Aydos ormanlarında doğa yürüyüşü

Hafta sonu yürüyüş parkuru olarak belirlediğimiz Aydos Ormanları’nın üç numaralı kapısına ulaştığımda henüz hiç kimse gelmemişti. Girişin yan tarafındaki mesire yerine oturarak kendime bir çay söylediğimde telefonum çaldı. Arayan Mahmut’tu ve yer tarifi istiyordu…

Kartal Uğur Mumcu Mahallesi’nin hemen bittiği yerde başlayan orman girişi Adnan Kahveci Parkı ile karşılıklıydı. Yakacık’ı otobana bağlayan yolun sağ tarafında uzanan ormanlık alan aslında bu şehirde yaşayanbir çok kişinin bilmediği bir cennet gibiydi…

Osmanlı İmparatorluğu döneminde av sahası olarak kullanılan ve adını tarım tanrıçası Damatrys’dan alan Aydos 6620 dönüm bir orman deryası. Ve 537 metre yüksekliği ile İstanbulun en yüksek tepesi… İçinde bir gölet bulunan ve sisli havalarda değil en açık günde bile yolunuzu kaybedebileceğiniz bir çam deryası… Her yer ağaç ve her yer sizi şehrin içinden uzaklaştıracak bir doğa cenneti…

Yedi kişiden oluşan küçük ekibimizle üç nolu kapıda toplanıp, çaylarımızı yudumladıktan sonra saat 09:30’da kapının hemen sol yanından ormana daldık. Bir süre patikayı takip ettikten sonra önümüzde devam eden sırta çıkmak üzere yükselmeye başladık. Her tarafımız doğa, her tarafımız şehirden uzaktı…

Sırta ulaştığımızda karşıda bizi karşılayan yangın koruma yolu sola ve sağa doğru uzanırken önümüzde bi çam ormanı aşağıya doru akıp sonra yukarı yükseliyordu. Sola döndük. Bir müddet yolda ilerleyip, tepeye seyir ve piknik amaçlı yerleştirilmiş mesire masalarında yorgunluğumuza mola verdik… Arkamızda adalar, Marmara ve şehir, önümüzde doğa ve orman keyfi.

“İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir kuş çırpınıyor eteklerinde;
Alnın sıcak mı, değil mi, biliyorum;
Dudakların ıslak mı, değil mi, biliyorum;
Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından
Kalbinin vuruşundan anlıyorum;
İstanbul’u dinliyorum.” (O.Veli)

Biraz dinlenmeden sonra önümüze çıkan dik bir yokuştan aşağıya inmeye başlıyoruz. Bu doğal güzelliğin arasında gözümüze ilişen çöpler, kırık şişeler bizi şaşırtıyor. Korumasızlığı, çöplerin fazlalığı, yangına davetiye çıkartan her bir kırık şişe parçası…

Vadi tabanına indikten sonra yönümüzü sola dönerek gölete doğru ilerliyoruz. Mümkün olduğu kadar yolumuza patikalardan ve patikasız ağaç aralarından gidiyoruz. Doğayı ve doğallığı daha çok hissetmek, kaçtığımız şehirden uzak olmak ve bu keyfi yaşıyor olmak önemli. Her kaçış bir macera değil mi? Her ağaç dibi, her su kenarı, beton dünyadan uzakta olmak keyiflerin en güzeli değil mi?

Yürüyoruz, çeşit çeşit kuşların sesleri arasında. Yanımızda suyu azalmış dere, ilk yürüyüşüne beyaz kıyafetleri ile katılan Neslihan’ın günden keyif alan sesi ve güneşin ağaç aralarından omzuma düşen ışığı… Ve gölete ulaşıyoruz. Biraz uzun veriyoruz molamızı. Göl kenarına soluklanmaya gelmiş birkaç kişi ile merhabalaşıyoruz. İhsan bir ara yanımızdan uzaklaşarak gölete olta atan birisine yanaşıp balık ve olta sohbetine dalıyor. Kesin oltasız geldiğine pişman. Aysun fotoğraf makinesinin deklanşörüne basıyor sürekli. Fotoğraf çekmek içinde uygun bu bölgede bir şeyler yakalamaya çalışıyor objektifi ile.

Mola bitti. Kalkıp yürüyoruz. Bir süre göl boyunca, sonra yükseğe doğru. Göl görünmez oluyor, ağaçlar boy boy gölge veriyor. Hemen arkamda yürüyen Ersen, bir süredir yürümeye ara verdiği için kendine kızıyor. Bende kızıyorum bu dik çıkışa. Bitse keşke bir an önce.

Karşımızda cevizleri tükenmiş ağaçta boşuna meyve arıyoruz. Bizden önce toplamış birileri. Ama çalıların arasında unutulan birkaç ceviz ellerimizde yeşil izler bırakmak üzere keyifle kırılıyor, iç zarları soyuluyor ve afiyetle yeniyor…

Ulaştığımız sırttan biraz sola doğru yoldan yürüyoruz. Uygun bir yerden araya girmek üzere arayışım sürüyor. Ve gözüme kestirdiğim bir yerden dalarak yükselmeyi sürdürüyoruz.

Artık yemek vakti. Acıktık. Gölgesi bol bir ağaç arası arıyoruz kendimize. Serin, kuş sesleri ile yıkanmış bir gölgeliğe çöküyoruz sonra. Çantalar açılıyor, yiyecekler ve termostaki sıcak sularla demlenen çay, aç kanımıza çare oluyor… Yola devam ediyoruz.

Ağaçların arasından birden karşımıza çıkan bir kaya bloğu yüzümü güldürüyor. Vuruyorum dağda gibi kendimi yukarı, uzakta adaları görüyorum. Güneş ve sürekli yükseliyor olmak suyumuzun çabuk bitmesine neden oldu. Ve en yakın su noktasına daha çok yolumuz var.

Kayalık alandan ayrılıp yukarıya doğru ilerlerken önümüze çıkan yangın yoluna çekilmiş bir jeep dikkatimi çekti. O tarafa doğru ilerledim. Aracın yanında ki kişi ile selamlaştıktan sonra ağaçların arasında başkalarını fark ettim. Kısa süren sohbetimizde bölgeye atmaca avlamak için geldiklerini ve tuzakladıklarını öğrendim. Daha geçen gün gazetelerde okumuştum bir arabanın koltuk arkasında kaçırılma haberlerini. Şimdi şehrin yakını da bile işlenen bu doğal hayat tuzağı ile yüz yüzeydik ve yapacak bir şey yoktu… Yükselmeye devam ettik. Artık sırtta ve diğer manzara ile karşılıklıyız. Bölgenin en yüksek yerindeyiz. Yangın gözetleme noktası ve yakınında piknik yapan aileler…

Biten sularımızı piknikçilerin su bidonlarından doldurduktan sonra yola devam ediyoruz… Artık inişteyiz. Ulaşmak istediğimiz yer ise adına belediye otobüslerinde rastladığımız Aydos köyü… Öyle bir köy ki toprakta oynayan ve çamurdan kek yapan çocukların köyü… İstanbul’un içinde ve burnumuzun dibinde… Çocuklar ve çamurdan kek. İniyoruz. Güneş üzerimize yağıyor. İniyoruz, köyün yakınında ki poligondan üzerimize kurşun yağıyor. Atış talimi yapılan poligonun kurşunları dışarılarda uçuşuyor. Korunarak dalıyoruz ormana biraz daha geriden köye giriyoruz…

İlk uğrak yerimiz köy camisi. Tuvalet kapalı. Şadırvanda elimizi yüzümüzü yıkıyor ve içilmeyen suyunda dudaklarımızı ıslatıyoruz. Biraz soluklanma ve yola devam. Büfe olduğuna inanamadığımız bir dükkandan su istiyoruz. Dolaptan iki küçük su bir iki meşrubat çıkıyor. Yakacığa araçla beş, Kartal’a onbeş dakika mesafe burası. Yok bir köy gibi…

Okulun yanından, sağ tarafından yeniden ormana atıyoruz kendimizi. Sait ile önden ilerliyoruz. Artık bitiş noktasına doğru ilerliyoruz. Sırtta ve ayazmanın üzerlerindeyiz. Oturup denizi seyrediyoruz. Uzakta adalar, Sabiha Gökçen havaalanı, kalkıp inen uçaklar, Tuzla tersanesi ve Anadolu yakası…

Önümüzdeki patika bizi fundalıkların arasından Ayazma’ya indiriyor. Kısa bir yürüyüş ile tesislerin olduğu bölgeye geliyoruz. Saat 17:00. Oturuyoruz kalabalığın keyif içinde manzara seyrettiği bu balkon yere… Lahmacunlar, yorgunluk birası ve planlı bir faaliyeti planlanan zamanda bitirmenin mutluluğu…

Haftaya başka bir doğa yürüyüşü, başka keyifler ve yüzümüzde doğada olmanın mutluluğu…

Yüzümüz doğaya dönük olsun…

Cem Ergün

 

You may also like...