Gezginin yüzündeki esinti…
Yağmurda ıslandım yine bir sabah vakti. Rüzgârla estim. Kar olup yağdım kimi yükseklere… Ve dizlerim titredi kimi ara… Rüzgâr ters esti, savurdu bir yana. Nasıl yapmalı veya yapmamalı… Ellerim, sıcak bir ülke gibi uzak gözlerinden. Ve hüznün ilk harfi gibi, bir limana yanaşmaya çalışan gemiden uzak, liman gezgini Pia’nın yokluğunda…
Babam, havanın karardığı günlerde, gaz lambasının loş ışığında sayfa sayfa okumaya başlamadan önce nefesimi tutar, dışarıda esmeye başlayan soğukta üşürdüm önce. Pencereler kristal kristal buz olur, yakınlarda bir yerlerde vahşi hayvan seslerini duyardım. Sonra babamın sesinde ısınır, kuzine sobanın sıcaklığında kaybolurdum. Hikâyeler hikayeyi kovalar, Feride Kamuran’a olan aşkı için kendini yollara, İnce Memed alıp silahı eline kendini dağlara vururdu zalim Abdi Ağaya meydan okumak için. Cabbar babayiğit adamdı. Recep Çavuşta öyle ama Recep Çavuşun mavzeri gümüş işlemeliydi. Fişekliği de öyle… Ve can yoldaşıydılar Memed ile zalimin zulmüne karşı…
O sabah, bir önceki gün babamın okuduklarının etkisi ile belki; neredeyse boyuma yakın kızağımı alıp sessizce uzaklaştım evden. Mustafa’ya seslendim önce. Yan bahçe komşumuz. Arkadaşım. Birlikte derede çubuk yarışları yaptığımız. Bez toplar yapıp, elma ağaçlarını kale yapıp top oynadığımız Mustafa. Bizim Mustafa yani. Seslendim, geldi. Abisi Ahmet’te. Sonra aldık kızakları ve vurduk kendimizi Aspasia’nın (Milet’li fahişe Aspasia değil elbette:)) üzerlerinden tepelere doğru. Bahar yeni geliyordu. Karlar Aspasia’nın da, derenin suyunu da artırmıştı. Dereden geçebilmek için bir söğüdün dallarını basamak yaptık önce, sonra vurduk kendimizi yukarılara… Karlı tepelere, nevroz toplamaya gidiyorduk. Çocukluğumun daha tek haneli yılları bitmemişti. Ayağımda naylon ayakkabılar, üzerimde annemin ördüğü mavi desenli kazak vardı. Nevrozun renkleri kazağımla bir gibiydi sanki.
İlk kez bir sınıf arkadaşım getirmişti nevrozu. Bildiğimiz çiçeklerden farklıydı. Yaprakları ve kökü yeniyordu. Unutulmaz bir tadı vardı. Ama kökü daha bir güzeldi. Ve topraktan çıkartmak için sert ve sivri bir metale ihtiyaç vardı. Ben “alaca” dediğimiz ağaçtan yapılma bahçemizin giriş kapısından çıkartmıştım kocaman bir demir parçasını. Onunla sökecektim nevrozları… İşte bahar gelmişti dağlara… Ve nevroz her yerdeydi. Bahar her yerde… Demet demet nevroz topladık Mustafa ve Ahmet ile. Sonra çok uzaklaştığımızı fark ettik evden ve kasabadan. Dönesim yoktu. Dağlar, tepeler, nevrozlar ve masmavi gökyüzü benimdi. Sahi senin gözlerin ne renkti?
Sınıfımıza İzmir’den yeni gelmiş Nuray’ı seviyordum o zamanlar. Benim ilk aşkımdı. Eniştesi asker olduğu için zorunlu gelmişlerdi buralara. Ve onunda saçlarından renkler vardı Nevrozda… Ve o da çok sevmişti nevroz çiçeğini. Sahi ne renkti Nuray’ın saçları?
Önce Ahmet mızıkçılık yaptı. Sonra Mustafa ona katıldı. Gidelim artık dediler. Gidesim yoktu, gitmenin zor olduğunu ilk o zaman hissettim. Ve gitmedim. Aldım kızağımı ve elimdeki demet demet nevrozları vurdum kendimi İnce Memed gibi dağlara…
Dağlar benimdi. Kimse yoktu tek yaş çocukluğumla bu sınırlarda. Beyaz beyaz karlar, demet demet nevrozlar benimdi. Benimdi üzerimde ki mavi gök ve çok uzaklarda görünen diğer yükseklikler…
İşte benim dağlar ile sevdam böyle başladı. Böyle başladı yüzümdeki esintisi zirvelerin. Bazen bir kapatıyorum gözlerimi zirvelerin ortasındayım senin ile beraber. Sevişmenin heyecanında, maviliklerin ve beyazlıkların koynundayım. Bazen Ege’nin kollarında, denizin ortasındayım. Düşler gözkapaklarımın arasında bitmek bilmeyen bir parıltı gibi duruyor. Sahi sen kimsin?
Güneş her şeyin rengini yok ediyordu beyaz beyaz karlarda. Ve ben henüz erimemiş yerlerden kızağımla kayarak ilerliyordum bilmediğim yerlere doğru. Ve gök aydınlıktı, yol aşağılarda bir yerlerdeydi ve her iniş beni vadinin altında ki yola götürecekti. Böyle öğrendim doğada yollar ile buluşmayı… Dağlarda ve doğada ama özellikle karlı bir dünyada tek kaldığınızda, önce ışığı göremiyor sonra birkaç adımdan fazla yürüyemiyorsunuz. Sonra sonra alışıyorsunuz heyecanı yutmaya ve doğa ile dost olup anlaşmaya. Bazen ağzınızdan çıkan buharın arasında kayboluyor gibi oluyorsunuz, bazen yüreğiniz buharlaşıyor.
Üzerinde güneş doğmayacak gibi karanlıklarda hissediyorsunuz önce kendinizi. Bir başınıza dağ tepe gidiyorsunuz çocuk yaşınız ile. Ve bu gün o mutlulukları yüreğimde hissederek gidiyorum dağlara… Kesişemeyen yolların ardındayım…
Şimdi gaz lambasının ışığından uzak, beyaz olmayan renkli bir ekranda dizi izliyorum göz ucu ile. Ve “gözlerin bir çığlık, bir yaralı haykırış, gözlerin çok uzaktan geçen bir gemi” diyor Zülfü; ben bu satırları yazarken bir TV dizisi “bu kalp seni unutur mu” da.
İstanbul’u geride bırakıp, Bolu dağı sonrasında aptal aptal yağan bir yağmur ile dağın eteğinde ki kamp yerimize ulaştığımızda her yer sessiz ve zirve görünmezdi. Taş evler boş, Kar beyaz Otel beyazlıktan bir haberdi. Araçtan inen 13 kişi eksikti aslında. İhsan işleri uzadığı için gelememiş, Onur ise bölgede aracı ile seyahatte olduğu için, araç ile geleceğini söyleyerek bize katılamamıştı. Çantalar araçtan inip; çiseleyen yağmur altında kendimize bir çadır yeri aradığımızda taş yayla evlerinin davetini severek kabul ettik hepimiz. Yağmur ıslak, gökyüzü bulutlu ve Hasan Dağı yüzünü göstermekte nazlıydı…
Yasemin ile bir taş evin avlusunda çadırımızı kurup, ıslaklığın üzerimizde daha fazla yoğunlaşmasına izin vermedikten sonra taş eve, mutfağımıza geçtik. Ve biz ona kıraathane ismini verdik sonrasında… İşte o saatlerde Fevzi ve Kenan Ulukışla’dan sökün edip dörtnal geldiler atları ile. Heybeleri yüklüydü, Börek, kek, pide ve patlıcan biber dolmalarından oluşan çıkınlarını Yasemin alıp kıraathaneye götürdü… İçlerinden kokular geliyordu, bir davet gibiydi yükleri…
Yağmur acıtmayan bir gök damlası gibi indi sonra gökten. Hafifti ve sadece çiseliyordu. Ve az uzakta dağ benim insani yanım gibi güvenle ziyaretçilerini bekliyordu. Ve nisan yağmurları mayısa dönmemişti daha. Mevsim artık kış ve aralığın son günleri. Her şey yağmurla yıkanacak gibi değildi. Zirve sisli, sisler ardında sen gibi değildi…
Akşamın ilk ışıları yitip yağmur durduğunda çıktım çadırımdan dışarı. Dağ yüzünü göstermişti, deniz gibiydi gökyüzü. Ve yıldızlar dalga dalga akıyordu üç beş savrulmuş bulut arasında. Zirve sen gibi kutsaldı artık Ağrı’da ki o taze gelin gibi…
Uzandım zirveye dokundum. Boynundan aşağı sana dokunmuş gibi. Seni öpmüş gibi… Sen kimdin? “Haziranda ölmek zor” da aralıkta değil miydi sanki? Baharda, nisanda daha mı zordu ölmek? Pia kim bilir hangi limanda, kim bilir ben hangi dok’tayım. İçimde bir yangın yeri, ihanetler limanındayım belki… Seni sessice göğsüme sardım. Gelgitlerin girdabında bıraktım devingen yüreğimi. Bir kolye gibi iniyordu kayalıklar karlı Hasan dağının kulvarlarından göğsüne doğru, zirvelerine sığındım…
Yine uyuyamadım tabi… Çocuk yaşım, kızağım, atının üzerinde doğrulmuş İnce Memed, Çalıkuşu ve Tanya elbette… Çeliğe su verilemeyen Tanya… Tanya ve sen… Gökyüzü pırıl pırıldı. Ben sırtından geceye sarılmıştım, zirve gözlerimin önünde çığlık çığlıktı… Sayamadığım yıldızlara başımı kaldırdım, selamını ilettim sonra. Sonra attım kendimi çadıra, sensizlikten uyuyamadım…
Gecenin saati kurulmuş sesinde uyanıp, yönümü dağa çevirdiğimde kızağım yanımda yoktu. Sıcaklığında. Soğuk bir Anadolu gecesi ve gecenin sesinden başka yağmur yoktu… Aldık başımızı karanlık geceye doğru, ilerledik aydınlanacak gecede zirveye doğru… Bütün zirveler senli, bütün zirveler sensiz…
Gelgitlerin girdabı hiç bitmiyor. Ve ay, mevsim değil yıl geçiyor yine; kış yerde de, zirvede de üşütüyor…
Hasan Dağı, Hasan Dağı eğil bir yol, yol ver, yürüyelim…
Sevgiler…
Cem Ergün
************
PİA
ne olur kim olduğunu bilsem pia’nın
ellerini bir tutsam ölsem
böyle uzak uzak seslenmese
ben bir şehre geldiğim vakit
o başka bir şehre gitmese
otelleri bomboş bulmasam
içlenip buzlu bir kadeh gibi
buğulanıp buğulanıp durmasam
ne olur sabaha karşı rıhtımda
çocuklar pia’yı görseler
bana haber salsalar bilsem
içimi büsbütün yıldız basar
bir hançer gibi çıkıp giderdim
ben bir şehre geldiğim vakit
o başka bir şehre gitmese
singapur yolunda demeseler
bana bunu yapmasalar yorgunum
üstelik parasızım pasaportsuzum
ne olur sabaha karşı rıhtımda
seslendiğini duysam pia’nın
sırtında yoksul bir yağmurluk
çocuk gözleri büyük büyük
üşümüş ürpermiş soluk
ellerini tutabilsem pia’nın
ölsem eksiksiz ölürdüm (A.İlhan)