Gün batımında zirveye doğru
Mehmet’in traktörü Sokullupınar’a ulaşıp çantaları indirdiğimizde; başımı yukarı doğru kaldırıp rotaları inceledim. Nisan ayında gelip denediğimiz, ancak fırtına nedeni ile Kayacık zirveden geri dönmemize neden olan faaliyet sonrası, bir kez daha buradaydık.
Yine erken başlamayı hedeflediğimiz faaliyete, otobüsün Niğde’ye geç gelmesi nedeni ile iki saat kadar geç başlayacaktık. Toplam sekiz kişi geldiğimiz Aladağlarda iki ekibe ayrılacaktık. Ben, Mahmut, Hayri ve Hasan ile Kayacık, Emler batı sırtını yeniden deneyecektik. Diğer ekibimiz ise; Nilgün Mağden, Gürbüz Mert, Reyhan Çakan ve Kadir Karaküçük; Çelikbuyduran’a çıkacak, yerleşip biraz dinlendikten sonra Emler zirve yapacaktı. Sonraki gün ise hedef Yedigölburnu, Karasay ve Eznevit zirveleriydi. Rahat hareket edebilmek için; çantalarımızdan çıkardığımız fazlalıkları ve uyku tulumlarını, matları atlar ile gidecek diğer ekibe teslim ederek rotaya girdik. Bivakları ise ne olmaz ne olmaz diye yanımıza aldık.
Belirgin kaya kütlesinin solundan yükselmeye devam ettikten az sonra kayalara girdik ve yavaş yavaş tırmanışımızı sürdürdük. Hemen yanı başımdan sanki canına kastedecekmişim gibi kendini kayalardan aşağı atan boz bir yılan, yine aynı hızla uzaklaştı. Bir süre kendini göstersin diye yanına yöresine attığım taşlar umurunda bile olmadı. Sindi kaldı öylece. Ve yukarılarda bir boz kartal sanki onu görmüşte bekler gibi süzülerek dönüşünü sürdürmeye devam etti. Irazca’nın yılanları geldi aklıma. “Yılanlar çıyanlar sarmış dört bir yanımızı neredesin Kara Bayram, düşelim yolara yollara diye haykırışı”…
Saat 12:15 sıralarında başladığımız tırmanışa, daha önceden bildiğimiz rotayı anımsayarak devam ettik. Kayacık zirve artık karşımızdaydı ve otobüsün gecikmesini saymazsak her şey planlandığı gibi gidiyordu. Zirveye ekibin tamamının ulaşması saat 17:30’u buldu. Sabah Niğde’de yediğimiz çorbanın dışında, tırmanırken atıştırdığımız ıvır zıvırın dışında bir şey girmemişti. Çantalarımızda ki sandaviçleri zirvede; bazen Emleri, bazen de Demirkazık’ı izleyerek afiyetle yedik. Ve Nilgun ile Gurbuz’un Emler zirveye ulaştığını telsiz bilgisi olarak aldık.
Kayacık zirveyi terk ettiğimizde saat 18:00’e gelmişti. Ve sırt geçişini vadiden yapmayı konuştuğumuz için hızla irtifa kaybederek yer yer çarşaktan, yer yer ise kayalardan aşağı doğru inişimizi sürdürdük. Tam o sırada üç adet yaban keçisi çıkarttığımız seslerden ürkerek kaçıştılar. İleride durup bir süre bakınıp ne olduğunu anlamaya çalıştılar sanki. Ve hızla, sanki bir yere yetişeceklermiş gibi yollarına devam ettiler…
Vadi tabanından Emler’in dibindeki karlı bölgeye girmeden soldan kayalara girdik. Ve neredeyse zirveye kadar artık hep kayalardan devam ettik. Saat 20:00 gibi güneşin kayboluşuna tanıklık ettik. Güneş artık yoktu. Güneşsizlik soğuk geliyor demekti ve geldi. Yavaş yavaş hızını artıran rüzgarın varlığı ve güneşin gitmesi üşümemize neden olsa da; hava kararmadan yükselebildiğimiz kadar yükselmeye karar verdik. Ve belirgin noktaları göz ucumuzla tesbit ederek zirveye en yakın yerden rotayı tamamlamak üzere kararan havada yolumuza devam ettik. Üşümemiz şiddetlenmeye başlayınca bir yerde durarak hem içliklerin üzerine bir şeyler giydik, hem de artık zamanı gelmiş olan kafa lambalarını taktık kasklarımıza. Az bir soluklanma ve ziveye 200 mt kalan irtifa ile moralimiz ve kampa inip bivakların içerisinde kaybolma düşüncesi anın en güzel düşüncesiydi. Devam ettik.
Gelen gürültüye arkamı döndüğümde ise kayan Hasan’ı, Hayri’nin son anda çantanın kenarı ile tutarak düşmesine engel olduğunu gördüm. Ve yola devam. Zirveye ulaşacağımız sırt artık önümüzde. Birer birer çıkıyoruz sırta ve yaklaşık 100/150 mt kadar ilerimizde olan zirveye doğru adeta “burada ne işi var bu kadar karın” diyerek karlar içerisinde yürüyoruz. Zirvedeyiz. Saat 21:30.
Geçen yılda Mahmut ile yine böyle bir karanlıkta buraya tırmanmış ve gökyüzündeki yıldızları, yine saymaya ve dilek tutmaya çalışmamıştık, kayan yıldızlara bakıp. Bir iki fotoğraf sonrası inişe geçtik. Artık kampa gitmeli, bir şeyler yedikten sonra uyumalıydık. Sabah yeni tırmanışlar için yine erken kalkacaktık çünkü…
Kafa lambalarının ışığında, yer yer karları keserek, yer yer çarşaktan inişimizi sürdürüp kampın ışıklarını gördüğümüz de o tarafa yöneldik. Kamp sessizdi. Bizden başka bireysel faaliyet için gelenlerle birlikte çadır sayısı artmıştı. Öncelikle matımı ve uyku tulumumu bulmaya çalıştım. Uyku tulumumu koyduğum çantadan aldım. Ancak yanına bağladığım mat yoktu. Hasan’ın matı da uçmuştu. Gecenin 23:00’ün de önce bir iki seslendik, arkadaşlarımızı uyandırıp sorduk, ama kimse bilmiyordu. Hasan çadırda kalan iki arkadaşın yanına gitti. Bende açıkta bulduğum sahipsiz bir matı kullanarak yat düzenimi aldım.
Sabah saat 05:00’te kampı tek edip Karasay ve Eznevit zirvelerine gitmek üzere sözleşiyoruz. Ekibin tamamı yani sekiz kişi ile faaliyete devam edeceğiz.
Önce bir şeyler atıştırdım. Sonra Hayri’nin kaynattığı suyu kullanarak geceyi güzelleştiren bir çorbadan sonra sessizce süzüldüm bivağın içine… Uyku sanki uzak bir düş gibi yine. Yitip giden, geri gelmeyecek gün gibi. O bildiğiniz siyah koyunu aradım, yoktu. Oda gitmiş mevsiminde kısaltılmış tüyleriyle…
Yıldızlara bakıyorum, hepsi uzak. Hepsi bir ahenk ve renk içinde göz ediyorlar birbirlerine. Ne tarafa oynasan bir dama taşı gibi atlaya atlaya gidersin. Birde uyku gelse… Gelse derken sürüler dolusu keçi hücum ediyor kapalı gözlerimin önüne. Ve başlıyorlar bir bir atlamaya çitten. Tam uyuyorum derken bu kez siyah inatçı keçi geçip karşıma ben atlamıyorum dönüyorum artık bu kadar yeter diyor. Gözkapaklarım sancıyor, yeter artık diyorum atlayacaksan atla, yeter. İnat ediyor, uğraştırmak zevk veriyor sanki. Derken atlıyor inadını kırıp. Ve dalıyorum uykunun bilmem kaç kilometresine… Derin ve soluksuz gibi bir uykuya…
Uzun zamandır ilk kez rüya gördüm. Tanıyanlar bilir, öyle rüya ile uğraşmam uykumda. Uyku uykudur ve amacı bellidir. Amaçtan dışarı çıkılmaz desem de bu kez bende şaşırıyorum yolumu.
…Tanrıların bağdaş kurup oturduğu bir bölgede; masmavi denize kuruduğu için dökülemeyen büyük bir çayın yakınlarında ki sahil kasabasında bir kadına ziyarete gidiyorum rüyamda… Çay kurumuş. Eski akarı yok. Eskilerde, sanki Marquez’in o dinmeyen yağmurları hep oralara akarmış gibi coşkuluydu. Şimdi akmaya üşeniyor adeta… Yaşı oldukça var olan bu kadın, başına siyah bağlar bağlamış, söyleniyor uzak olmadığım bir dilde… “geri dön lilek, geri dön”…
O gün beklenen olmadı. Yaşlı kadınla konuşmadım daha fazla. Ve o gün yağmur yağmadı. Öyle şimşekler çaktı ki, toprak kabul etmedi artık yağmuru. Asılı durdu bir kara bulut, yağamadı yağmur…
Kendisini hiç görmedim. Tanımam bilmem. Ne alakası varsa tanımadığım kadına leyleklerden bahsediyorum. Sürekli göçerliğinden. Göçtüğünde hep yarım bıraktıktığı mevsimlerden, baharlardan… Bilirim diyor; lilekleri iyi bilirim. Bak benim ki dolanıp durur gökyüzünde, havalardan inemez aşağı, siyahlarım onun için bağlı diyor…
Gülümsüyorum. Ve bu tanrılara yakın ülkede yükseklere bakıp, göçerliği iyi bilen lilek’e “quo vadiz lilek, quo vadiz” diyorum. Ve başım yükseklerde, mevsimi geldiğinde kim bilir nereye gidecek leyleğe bakarak yürüyorum… Ve o kadar çok şimşek çaktı ki, kadın ile nedense konusmak içimden gelmiyor artık… Göçerlik, leyleğin en iyi bildiği şey diyorum yürüyorum…
Ne zaman gördüm bu rüyayı anımsamıyorum. Uyandığımda göğsünün üzerinde sanki eski bir bıçak yarası var gibi ince bir sızı hissettim. Gecenin hangi vaktiydi. Alabalıklar suyun gözüne doğru mu yüzüyordu bilmiyorum. Ama gökyüzünde yıldızlar yine kum gibiydi ve çakılsızdı. Marquez’in yağmurları, fırtınalar, kurumuş çay, göçer kuşlar nereden geldi buldu bu dağ başında bilmiyorum. Ama rüya görüldü mü anlatılırmış. Bende anlattım. Varın siz hayra yorun…
Saat 04:00. canım bivaktan çıkmak istemiyor. Dışarısı soğuk. İçimden boşver bugün yat gitsin, yeteri kadar yorgunsun diyorum kendi kendime. Ve içimde ki olumsuz Cem’in sözlerine kulak asmayarak yavaş yavaş kalkıp ekibe seslenmeye başlıyorum tek tek. Herkes hazırlanıyor. Bir şeyler yiyoruz ve tulumları bivakları toplayıp, kaybolmasınlar diye bir çadırın içine koyuyoruz.
İstanbul Dağcılık üyesi sekiz kişi; kampı, 05:10 gibi terk edip arkadaki çarşaktan yükseliyor kısa duraklamalarla. Sonra kızılkaya’ın eteğinden Eznevit zirveye vuran güneşin bir an önce bizi de ısıtmasını dileyerek vadi manzarası ile yan geçiş yapıyoruz. Yer yer karlı alanlar donmuş, iz açarak veya kayalardan geçişler yapıyoruz. Kızılkaya, Karasay sırtına vardığımızda güneş artık bizede dokunmaya başlıyor. İçimiz, bedenimiz ısınıyor. Bu gün güzel başladı…
Karasay zirvede bir hayli oyalanıyoruz. Zaman yetersizliği nedeni ile Yedigöl burnu tırmanışını iptal ettiğimiz için tembel tırmanışı yapıyoruz artık. Bol ve uzun molalı. Klasik zirve fotolarından sonra Eznevite yöneliyoruz. Bu çaşaktan inmek güzel de, ya çıkarken ne yapacağız diye düşüne düşüne, bu rotadan ilk Eznevit tırmanışımı yapıyorum. Eznevit’ten vadiyi seyrediyoruz. Parmakkaya bulutlar arasında kalmış. Kaldı, Alaca müthiş görüntüler sergiliyor bulutlarıyla. Eznevit yaylanın artık kalkmaya başlayan sisi, rüzgarın sanki sesini getiriyor yukarılara doğru.
Ve uzun bir moladan sonra dönüşe geçiyoruz. Bu hafta sonu bu kadar yeter. İstanbul Dağcılık ekibi sekiz kişi bu hafta sonu guzel tırmanışlar yaptı. Kampı topladıktan sonra, Sokullupınar’a kadar daha çok yolumuz var. Gürbüz’ün türkülerine yer yer eşlik ederek ilerliyor ve geldiğimiz yolu geçip kapıdan kampa doğru inişe geçiyoruz. Çadırların yanına indiğimizde diğer arkadaşlarla selamlaşıyoruz. Ama bu arada gece bulamadığım matımı, kim kullandı ise bir teşekkür notu bile bırakmadan bir kenara bırakılmış olarak buluyorum.
Kampta bizden başka kimse kalmadı. Diğer arkadaşlar toplanmış inmeye çoktan başlamıştı. Biraz dinlenme, bir şeyler atıştırma derken bizde toplanarak inmeye başladık. Hedef önce Sokullupınar, sonra balık çiftliği.
Yolda, ayağını burkan Reyhan’ın çantasını gürbüzlerin gürbüzü, Gürbüz sırtlıyor ve ekibin en önünde Sokullupınara ulaşıyor…
Sonrası malum. Çiftlikte balık ve bira keyfi. Sonra gelen Çamardı, Niğde dolmuşu ile şehre ulaşım. Kısa bir şehir turu, dondurma keyfi caddelerde ve dağlardan şehre, sürgüne getirecek olan otobüsün hareket saati…
Otobüsten indiğimde dinlenmiş, arınmış ve uykusunu almış olarak güne döndüm… Dağların hasreti dinmiyor. Bir sonra ki ay, yine dağlardayız. Yüzümüz dağlara dönük olsun…
Cem Ergun