Yol ver dağlar geçelim…
Kayacık yamaçlarından ağır ağır yükselip yan geçişle bivak yapacağımız yere doğru giderken geri döndüm ve kaybolmaya hazırlanan güneş ile göz göze geldim. Gözleri mavi değildi ve saçları rüzgârda yüzüme hiç savrulmamıştı… Bakıştık. Birbirimizi süzdük tepeden tırnağa. Gün olmuş ve alıp başımı yine gitmiştim. Ve karşıda Emler zirvesi dipsiz bir kuyuya inen keskin bakışları ile davetsiz ziyaretçilerine bakıyordu.
Güneşle göz göze geldiğimiz o anda bir rüzgâr omuzum üzerinden savruldu, ilerdeki kayadan sekti, yükseldi, zirvenin yamaçlarında ki karları savurarak dağıttı ve dağıttıklarını toplamadan Çelikbuyduran taraflarına doğru inişe geçti. Köylerin henüz yanmaya başlamayan ışıkları görünmüyordu ve bir bulut kümesi henüz daha köylerin üzerine çökmemişti…
Yüzümü, saçlarını savurmamış güneşin aksine döndüm ve üzerinde durduğum kayadan aşağı inerek, yeni bir geçiş için topuğumu kara sapladım. Kar, aşağıya doğru uzanıyordu ve bittiği yerde plato Emler’in eteklerine kadar yayılmıştı.
Kararmaya başlayan gökyüzünden daha hızlı bir yürüyüşle “menzil”e ulaşabilmek için ileri atıldım. Puşkin henüz yaylı arabası ile gelip yanımda durmamıştı. Sağrısı terleyen atlar ise “doru seglavi kısrağı” değildi… “Maşa” için vuruşma vakti ve yeri ise hiç değildi…
Her adımda hava daha üşüdü. Ve her adımda ben daha ısındım. Nefesim yoruldu. Ayağımın altında hırsla basarak ezdiğim karlar yol verdi ve yoruldum. Sonra Yasemin hırsla bastı inmeye başlayan karanlıktan önce ulaşmak için; ulaştık. Tam gece inmişti börtü böceğe, kayaya, taşa ve gözleri mavi olmayan güneşe… Güneş sessizdi, rüzgar henüz yorulmamış gibi türküsünü söylüyordu uzaklarda ve dağ keçilerinin seslerinden eser yoktu…
Sırt çantamı omzumdan çıkartır gibi savurarak karların üzerine düşürdüm. Askılarının arasından geçirdiğim batonumla aşağıya uçmasın diye emniyetini aldıktan sonra ön tarafa bağladığım kar küreklerini ve kazmamı çıkardım ve kurdele kesmeksizin ilk kazmamı törensiz olarak vurdum barınak yapımı için. Ve dağın alkışını sanırım sadece ben duydum…
Önce tek mağara olan düşüncemiz değişti ve iki tane kazmaya karar verdik. Birinde ben ve Yasemin, diğerinde Ozan ve Mahir kalacaktı. Biri saplı ve diğeri sapsız kürekle kazdığımız barınaklar şekillenmeye başladığında gün ışığı yerine artık, kafa fenerlerinin aydınlatmasına bırakmıştı.
Belimize kadar gireceğimiz yarı kar mağaramız hazır olunca matlarımızı serdik önce. Sonra şehri terk etmeden önce hazırladığımız bivakların içerisinde ki hazır uyku tulumlarını serdik ve kendimizi içlerine attık. Gök mavi değildi, yıldızlar yanıp sönmeye başlamıştı gecenin içinden.
Çantamı sol yanıma kar duvarına yerleştirerek içinden sıcak su dolu termosumu ve yiyecekleri çıkarttım önce. Sonra poşetlediğim botları ve tozlukları bivağın içine aldım. Gece boyunca içeceğim suyumda içeri… Telefonumun saati kalka ayarlı, çektim bivağın fermuarını ve başladım yemek hazırlıklarına…
– Yasemin, çay içer misin?
– Yok Cemo içmicem.
– Bir şeyler ye iyi gelir.
– Yok yemicem.
– Yasemin, muz ister misin?
– Yok Cemo canım bir şey istemiyor.
– Yasemin…
– Hııı…
– Daha kurtlar kuşlar uyumadı ya…
…….
Bu konuşmadan sonra bivak içinde bireysel etkinlik. Ekmek arası kavurma, bir bardak şekersiz çay (şeker çantada ve çaydanlığın içinde, kim kalkacak şimdi) ve üzerine üç muz ziyafeti… Bir de cigara olsa fena olmazdı doğrusu…
Yan mağaradan ses yok. Ve gece de, dağ da sessiz… Uykum yok. Saat daha akşamın sekizi. İşin yoksa bir sağa bir sola dön dur… Açıyorum bivağın ve tulumun fermuarını, ayak ucuma doğru kayıyorum matın üzerinde. Gökyüzünü görüyorum işte. Karanlık, ama yıldızlar dolu. Ve her yer yıldız yine bu gece… Bir rüzgar uzaktan aldığı karları savuruyor yüzüme doğru, üşüyorum.
Uzakta ışıları yanan köyleri görüyorum. Sessiz bir gece soğuğunda sarmalanmış ısınmaya çalışan memleketim köylerini… Giriyorum barınağın içerisine sessizliğimi dağlara teslim ediyorum…
Yakın bir zamanda Niğde eşrafı kafa kâğıdımı isteyip beni nüfuslarına geçirirler mi bilmem. Ama o kadar çok gider oldum ki; ben şehrin altın anahtarına talibim.
Sabah 04:30 da çalan saat ile önce biraz tembellik yaptıktan sonra Yasemine ve yan mağaraya seslendim:
– Yasemin?
– Uyandım Cemo…
– Ozannn
– ……
– Ozaaaaaaannnnn kalkın hadi!
– ……
– Mahiiiiirrrr
– ……
Yine sessizlik. Mağara başlarına mı çöktü yoksa ekibin? Yine tulumdan çıkmadan sürünüyorum ayak ucuma doğru ve dışarıdan sesleniyorum tekrar;
– Ozaaaaannnnnnnnnnnn
– Efendim Cem abi?
– (Oh beee) kalkın artık.
– Tamam abi kalkıyoruz.
…………..
Bir gün önce Samandıra’dan otobüse bindiğimizde yine çoğu kez olduğu gibi yine Volkan ile karşılaştık. Bana öyle geliyor ki Volkan Çakır ve biz Niğde’yi en çok ziyaret eden tırmanışçılarız. Geçen sene şubat ayında hem yol arkadaşıydık hem de rota esnasında karşılaşmıştık. Sonra bir kez daha, bir kez daha. En son ise Ballıkayalar’da.
Niğde’ye indiğimizde 07:30 Çamardı dolmuşunu kaçamadan yakalamıştık. Ve bölge köylülerinin dağcılara olan saygısı sayesinde koltuklar bizim için boşalmış; bu sayede yorgun bedenlerimiz ayakta yolculuktan kurtulmuştu. Dolmuş köye kadar girerek Traktörcü Mehmet’in evinin yakınında bizi indirdi. Zaten haberleştiğimiz Mehmet, yolda bizi bekliyordu. Attık iki adım içinde olsa çantaları traktöre ve evin yolunu tuttuk. Volkan dahil dört kişiden oluşan İTÜDAK ekibi ve özel araç ile gelen DAK ekibi Salim ağabeyin evinde, bizde Mehmet’in evinde son hazırlıklarımızı tamamladık. Hazırlıklar tamamlanırken Mehmet’in evinde çay ve sabah kahvaltısı bizi daha canlandırdı. Ve tabi sarı kiraz reçeli.
Sonra düştük yollara… Çiftkat rotasına geçen kıştan sonra bir kez daha. Traktörden inip Karayalak vadisine aşağı sallanana kadar hiç ayağımız kara değmedi. Küresel ısınma, mevsimlerdeki dengesizlik açıkça çığlık atıyordu. Kar her zamanın aksine, mayıs ayı kadardı. Ve bastığınızda batıyorsunuz. Acaba bir sene sonra nasıl olacak? Karayalak vadisinde kar olacak mı?
Rotanın dibine gittiğimizde yakın zamanda inmiş çığların izleri vardı. Tedbiri elden bırakmadan ağır ağır yükselmeye başladığımızda önce benim bacağım battı derin bir yerde, sonra Mahir’in… Mahir uzun zaman uğraştı kendini kurtarabilmek için. Kısa bir süre içerisinde donan kar botu hapsetti ve çevresi iyice temizlenmeden bırakmadı. Sonra yükselmeye bata çıka devam…
Bir süre sonra adım atılmaz gibi olunca sol yandan Kayacık eteklerine doğru bir kulvardan giriş yaparak kayalara çıktık. Ve oradan, çiftkata paralel ilerlemeye başladık. Ve yatay bir geçişle gün kaybolurken bivak yerimize ulaştık…
………….
Mağaradan gelen Ozan’ın sesi beni rahatlatmıştı. Bir şeyler atıştırıp tulumları toplayıp çantaları hazırladıktan sonra kramponları botlara takıp kazmaları elimize aldık. Gün aydınlanmaya başladığında artık gitme vaktiydi…
Kayacığı Emlere bağlayan sırta doğru ilerlemeye başladık sonra. Zirve sakin gibi görünsede hafif bir kapanma göze çarpıyordu. Köyler ve köy ışıkları ise üzerlerine çöken sisten çoktan görünmez olmuştu bile. Sırta doğru yükselmeye başladığımızda; Ozan arkada kalan ve akşam kendini iyi hissetmeyen Mahir ile birlikte gelmek üzere geride kaldı. Ara açılmaya başladığında bende merak ederek hızla aşağı indim. Mahir önceki günün yorgunluğunu üzerinden atamamıştı ve kendisini iyi hissetmiyordu. Geri dönmesinin iyi olacağını belirttim. Yavaş yavaş gelirim abi dedi. Peki dedim ve devam ettik. Ancak yavaş yavaş gelemeyince; mağaraya geri dönmesinin ve tulumun içerisine girerek bizi orada beklemesinin doğru olacağını söyledim. Doğru seçeneğin bu olduğunu önce kabul etmese de, sonra imana geldi. Ve telsiz ile irtibat kuracağımızı açık tutmasını kararlaştırarak geri dönüşünü izleyerek yükselmeye devam ettik…
Gözüm yukarılarda… Dağın arka taraflarında hızla hareket eden bulutlar var. Ve zirve yer yer kapanmasına hız vermiş durumda… Aşağıda rüzgar hızını artırıyor. Kar sert. Bir gün öncenin yumuşak zemini yok. Ve yerde sadece kramponun dişlerinin izi kalıyor. Ayak şekli değil. Hızla saplıyoruz kazmaları dikleşen yüzeyde, bir adım ileri, sonra bir daha…
– Abi yukarısı kötü görünüyor dedi, Ozan.
– Evet, durum sakat gibi…
– Ekip sorumluluğu sende abi, ama bana kalırsa dönelim derim.
– Aynen, Ozan. dönmek en sağlıklısı…
– Yasemiiiin, dönüyoruz…
Ekibin önünde hızla ileryen “Bisikletçi Kız” Ozan’ın sesini duyup yanımıza indi. Ve kısa bir duraklamadan sonra; fotoğraf çekimlerimizi yaptık.
14 Mart’ın bizim bu tırmanışın dışında bir özelliği daha vardı benim için. Öğrencilik ve taze delikanlılık yıllarımı yaşadığım Tuzla Lise’si İmece grubunun buluşma günüydü. Çok eski dostların bir araya geleceği, senelerce evvele dönüleceği bir gündü. Çocuk belleklerimizde kalan öğretmenlerimizin yüzleri, adını bile anımsamakta zorlandığımız alt sınıflardan tanıdık yüzler, ilk gençlik aşkları… İnanılmaz bir buluşma.
Tuzla Lisesi benim için çok anlamlı. Beni ben yapan senelerle dolu geçen bir okul dönemi. Düşünmeyi, üretmeyi, emeği, inancı, kavgayı, başkaldırmayı, asiliği öğrendiğimiz; sevmeyi keşfettiğimiz yıllar. Kendimizi eğittiğimiz, çocuk yaşımızda büyüdüğümüz edebiyatı, şiiri, müziği sevmeye başladığımız yıllar.
Ve Sevgili Öğretmenimiz Tuna Hanım. Bu gün en çok o özlenecek. En çok onun yokluğu hissedilecek. Ama biliyoruz ki; Tuna Yazıcı Yıldız hep bizimle ve aramızda. Yine öğrencileri ve öğretmen arkadaşları ile… O bizim; öğretmenimiz, ablamız, annemiz, dert ortağımız, sırdaşımız, yol gösterenimiz… Gerçek bir öğretmen.
Yanımda getirdiğim fotoğrafı ile; dağların kuytuluk yamacıda sonsuz bir selam gönderdim kendisine. İyi ki öğretmendi, iyi ki öğretmenimdi…
Cep telefonum ile çekilmiş bir kaç fotoğrafı; daha önce konuştuğumuz üzere sevgili Zeynep’e gönderdim. Dağlardan Tuna Öğretmenim ile birlikte İMECE’ye katılmak, herkese güzel bir sürpriz olacaktı. Ve en çokta Öğretmenim’in sevgili eşi Zakir Hocama…
Sevgi ve saygı ile dağda andığım öğretmenimi ve yine dost dağlara emanet edip inişe geçtik sonra. Ne çok dostu emanet etmiştik dağlara…
Çiftkat rotası boyunca kurulu çığ tuzaklarına dikkat ederek kontrollü bir şekilde aşağıda, geçen sene bıraktığımız ipin yanına kadar indik. Ama öncesinde küçük bir denge kaybı ile düştüm ve kaymaya başladım. Sonra kazma ile duruş. Bu kez Ozan kaydı. Hemen arkamdaydı ve krampon ile bacağıma çarptı. Kendimi yana atmasam ve duramasak belki aşağıda ki Mahirin yanına kadar inip, onuda alıp devam edecektik. İp inişi yaptığımız duvar tamamen kar yığılmış ve zemin yukarısı ile birleşmişti. Mahir ısrar ve inatla ipin tamamını almaya çalışsa da başarılı olamadı. Son noktadan keskin bıçağını kullanan Ozan, bu uğraşa son verdi.
Rota dibinde verdiğimiz kısa bir mola, Traktörcü Mehmet’in çağrılması ve vadiyi patikadan terk ediş… Yukarılarda dönen bulutlar, rüzgarın çaldığı ıslık ve uğurlama…
Yüzümüz dağlara ve dostlara hep dönük olsun…
Cem Ergün